PDF KITAP INDIR

pdf kitap indir

pdf kitap indir

Blog Article



Aradan bir seneye yakın bir zaman geçmiş, Bilâl Fatih'te güzel bir
daire kiralamış, Huzur Sokağı'ndaki evlerini de imanlı, Müslüman bir aileye
kiraya vermişti. Şimdi kimyevî imalat yapan büyük bir fabrikada kimya
mühendisi olarak yüksek maaşla çalışmaktaydı...
Annesi ilk zamanlar muhite ve eve pek ısınamamıştı. Ama, zamanla o da
ister istemez alışmıştı. Bilhassa evin kaloriferli oluşu, kış gelince soba
yakma derdinin olmayışı, çok hoşuna gitmişti. Yaşlı kadın, kendinden ziyade,
genç gelinin rahatını düşünüyordu. Bu iyi huylu, terbiyeli ve itaatkâr
kadını, yalnız oğlunun eşi olduğu için değil, güzel ahlâkından dolayı
gittikçe artan bir sevgiyle kendi kızı gibi sevmekte ve üzerine
titremekteydi. İsmini söylerken ağzından bir kere daha Hacer dökülüyordu,
adeta. Hem on bir aylık torunu kendisi için yeni bir hayat kaynağı olmuştu.
Fatih, diğer muhitlerden daha mazbut bir semttir. Bilhassa
müslümanların-bolluğu bu semte manevî bir hava verir... Böyle olmakla
beraber, taşınalı bir seneye yaklaştığı halde Bilâl, etraftan pek fazla bir
dost edinememişti henüz. Bunda dost edineceği, ahbablık kuracağı, bahusus
ailece görüşeceği kimseleri fazla sık eleyip ince dokuması da rol
oynamaktaydı şüphesiz. Buna mukabil, Necati ve Dr. Nâzım ile olan
ahbaplıklarını ise günden güne daha da sağlamlaştırmaktaydı.
O gece annesi ve eşi Hacer'le birlikte sofrada yemek yerken aklına
birden bir şey geldi:
- Az kalsın söylemeyi unutuyordum. Bu gece Necati'ler ve Dr. Nâzım'lar
gelecekler. Dün telefon etmişlerdi...
Hacer buna çok sevinmişti:
- Ah, ne iyi, dedi. Çoktandır Şükran hanımla da, Seval'le de görüşemez
olmuştuk. Bayağı göreceğim geldi...
Yemeklerini alelacele yediler. Hacer sofrayı kaldırırken, kayınvalidesi
de çocuğun üstünü değiştirmek için bavuldan giyecekler çıkarmaktaydı. Bilâl
ise, tahta parmaklıklar içinde tutuna tutuna sıralamaya çalışan sevimli
oğluyla şakalaşmakta, çocuğuyla adeta bir çocuk gibi oynamaktaydı...
Biraz sonra kapı çalındı. İlk gelenler, Dr. Nâzım'la Şükran’dı. Bilâl,
Nâzım'ı misafir odasına alırken, Hacer, Şükran'ı hem oturma odası, hem de
ikinci misafir odası olarak kullandığı tarafa buyur etti. Çok geçmeden
Necati'ler de çıkıp geldiler. Necati'nin yanında bu sefer Seval'den başka kız
kardeşi Zühal'de vardı...
Zühal, ağabeysinin düğününden bu yana tanınamayacak derece değişmişti.
O hoppa züppe, mini etekli, makyajlı kız, şimdi dizlerini örten uzunlukta
pardösüsü, bütün saçlarını içine alan başörtüsü ve ayağındaki kalın, renkli,
spor çoraplarıyla ağır başlı, hanım hanımcık bir Müslüman kızı oluvermişti...
Necati'yle Bilâl içeri girince, Hacer, Seval'le Zühal'i de Şükran'ın
yanına aldı. Seval'in kıyafeti kapalı olmakla beraber, en az bir Avrupalı
manken kadar da şık ve moderndi. Üzerinde çağla yeşili, zarif bir pardösü,
başında yine aynı tonda, desenli, çok değişik bir biçimde bağlanmış, ipekli
bir başörtü vardı. Çanta, ayakkabı ve eldivenleri asortikdi.
Zühal ise tam yaşına giden spor bir kıyafetle en az yengesi kadar güzel
ve modern bir kapalı kıyafet içindeydi. Onun da üzerinde camgöbeği süetten
spor bir pardösü başında ekose atkılı bir eşarp vardı. Eldivenleri, çantası
ve içindeki bluzu da aynı ekose kumaştandı...
Birbirleriyle muhabbetle kucaklaştıktan sonra, pardösü ve başörtülerini
çıkarıp, tatlı ve derin bir muhabbete koyuldular. Hacer de Şükran da Zühal'in
anne ve babasıyla olan durumunu merak ediyorlardı. Zühal'in durumu da cidden
merak edilecek gibiydi.
Zühal, ağabeysinin düğünü için gitmiş olduğu Eskişehir'den döndükten
sonra, ailesi için en büyük dert olmuştu. Gerek Seval, gerekse Seval'in
kardeşi Meral, konuşma ve kıyafetleriyle Zühal'e son derece tesir etmişler,
üzerinde çok iyi intiba bırakmışlardı. Zühal onların yanında duymuş olduğu
ezikliği hayatında hiç kimsenin yanında duymamıştı. İşte bu ezilme hissi onun
yakasını İstanbul'da da bırakmamış, kardeşi Ali'nin de yardımıyla onu her gün
biraz daha dine bağlayan bir sebep haline gelmişti. Daha dün gibi kısa bir
müddet evvel ağabeysi Necati ve kardeşi Ali ile "kara softalar, yobazlar"
diye alay eden, onlara karşı mini etek müdafiliği yapan bu havai genç kız,
Eskişehir'den geldikten kısa bir müddet sonra namaza başlamış ve bir müddet
sonra da kendisinin bile hayret ettiği bir süratle aynı Seval yengesi gibi
örtünüvermişti...
Tabii bu hareket, ailede bir bomba tesiri uyandırmış ve Zühal, annesi,
babası ve ablası tarafından adeta yaylım ateşine tutulmuştu. Zühal'in örtünme
hususunda anne ve babasına, âsi gelecek kadar diretmesi karşısında annesi
baygınlık geçirmiş ve:
- Tanrım, ne istedin yavrularımdan da üçünü de elimden aldın? Kısacık
bir müddet içinde peş peşe, bu ne felâket?...
Diye çırpınarak isyan dalgaları içinde krizler geçirmişti... Ya
babasından yediği dayaklar? Zühal'e en çok dokunan da bu oluyordu zaten. Bu
yaşına kadar babası tarafından daima el üstünde tutulmuş, daima şımartılmış
olmasına rağmen, örtünme hususundaki ısrarlarından dolayı babasından iki
sefer kıyasıya dayak yemişti. Bu sert hareketler, Zühal'i fikrinden
caydıracağı e pub indir yerde onu aynı fikirler üzerinde daha büyük bir azim ve sebata
sevk ediyordu...
Zühal, kendi hisleriyle baş başa kaldığı zaman düşünüyordu: Allah'ın
emirlerini yerine getirmek bir suç mu idi? Ve bu emirlere riayet etmekte bir
ayıp mı vardı? Kadın olsun, erkek olsun, yaşlı olsun, genç olsun bir Müslüman
için, dininin icaplarını, Müslümanlığın emirlerini yerine getirmekten daha
tabii bir şey düşünülebilir miydi? Elbette hayır. Peki o halde annesinin,
babasının ve ablasının dini emirler karşısındaki bu derece sert
davranışlarının sebebi neydi? Allah'ın emirlerini reddeden, inkâr eden, kâfir
olduğuna göre yoksa, evet yoksa onlar kâfir miydiler?
Zühal'in ev içinde Ali'den başka tutunacak bir dalı yoktu... Ali, her
ne kadar küçük ablasına destek olmaya, onu müdafaa etmeye çalışıyorsa da bu,
Zühal için kifayetli olmuyordu. Onun bütün ümidi, ağabeyi Necati'de ve
yengesi Seval'deydi. Fakat artık onlarla da görüşmek ümidi kalmamıştı. Çünkü
Necati, düğünden sonra Seval'le birlikte anne ve babasının elini öpmeye
geldiği zaman, annesi bir odaya, babası da bir başka odaya çekilmişler; genç
evlilerin yanlarına çıkmamışlar ve evlerine bu kıyafette bir gelin kabul
edemeyeceklerini bildirmişlerdi. Tabii Necati de bu ağır ve kaba hakaretten
dolayı bir daha Seval'i alıp evlerine götürmeye yanaşmamıştı.
Hacer'le Dr. Nâzım'ın hanımı Şükran, bundan evvelki görüşmelerinde
hâdisenin buraya kadar olan safahatını biliyorlardı. Bundan sonrasını Seval
anlattı:
- Bir gece Zühal odasında uyurken, odasının içinde fark ettiği bir
hareketle gözlerini açmış... Açmış ki, ne görsün? Gece lâmbasının hafif ışığı
altında ablası, elinde makasla Zühal'in yeni diktirdiği, diz boyundan aşağı
olan mantosunun eteklerini kesmiyor mu?... Tabiî Zühal yerinden deli gibi
fırlamış ve ablasının üstüne atılmış, iki kardeş saç saça, baş başa
girişmişler, gürültüden uyanan babası, iki kızını böyle alt alta üst üste
görüp meselenin manto eteğini kısaltmaktan çıktığını öğrenince Zühal'i almış
ablasının elinden "Sen artık çok oluyorsun. Daha düne kadar mini etek giyen
haspam, başımıza rahibe kesildi" diye kızcağızı burnundan kan getirinceye
kadar dövmüş. Dün sabah Necati'yle kahvaltı ediyorduk. Zil çaldı. Açtım
kapıyı ki, ne göreyim, gelen Zühal değil mi? Babası bütün giyeceklerini bir
dolaba kilitlemiş, yalnız sırtına sabahleyin babası evden çıkarken bir tek
mini etekli elbiselerinden bırakmış kendisine...
Yavrucak onu giydiği gibi evden kaçmış, gelmiş... Ağlaya ağlaya bir
benim, bir de Necati'nin boynuna sarıldı sarıldı durdu. "Ne olur ağabeyciğim,
yengeciğim, müsaade edin ben sizin yanınızda kalayım. Ölürüm de gidemem o eve
artık ben. Onlar tamamen Allah'ı inkâr ediyorlar.

Report this page